Hindistancevizi ve banyan ağaçlarıyla çevrili göz alabildiğine uzanan bomboş kumsallar, balıkçıların telaştan uzak yaşamı, sadece doğanın orkestrasıyla bölünen sessizlik… Tayland ‘ın güneyinde, gerçek mi düş mü diye karar vermeye çalıştığımız bir yerde, Andaman Deniz’ndeki KU BULON LAE takımadalarındayız.

Herşey fazlasıyla yolunda gittiğinde, gördükleriniz turizm broşüründekiler gibi şahene olduğunda, insan biraz şüphelenmeli değil mi? Örneğin bizi adaya getirmiş olan uzun kuruklu teknenin, çevresi hindistancevizi ağaçlarıyla sarılı, deniz kabuğu kırıntılarından oluşan, göz kamaştırıcı bir beyazlıktaki sahile gıcırtılar içinde oturduğu an… Ya da firuza renkli deniz kıyısında dalganın bir köpük çizgisi çizekurek kırıldığı, bulutların, güneş önünü hepten kapatmadan, kuleler gibi yayıldığı an… Denizin üzerindeki pusun içinde tepeleri yeşil takkeli beyaz kayaların belirdiği veya biz daha teknenin küpeştesinden atlar atlamaz, henüz ayaklarımız sığ, ılık suyun içindeyken otel çalışanlarının SAWASDEE! Hoş geldiniz diye seslendiği an… İşte böyle muhteşem anlarda insanın içinde bir şüphe uyanmalı, değil mi? Belki bir film yönetmeni gizli kamera ile konusu adada geçen bir pembe dizi çeviriyordur. Bu cennet gibi yerde bir gün geçirdikten sonra biliyoruz ki, işin içinde şaka yok hepsi düş ve aslında hepsi bir mutluluk vesilesi.  Hava sıcaklığı olarak sadece biraz esinti veren vantilatörler var. Her tarafta sessizlik hakim. Tabiki doğanın sürekli olan çalan orkestrasını saymazsanız. Palmiye yapraklarının hışırtıları, dalgaların kırılışı, kuşların ve böceklerin şakımaları. Tümü otelin arka tarafındaki balta girmemiş ormanlardan geliyor.  Gece suya ağlarını atan, karides sepetlerini indiren balıkçıların önümüz sıra geçişleri, sanki bir belgesel gibi.  Bunglow terasımızdan motorların uzaktaki takırtılarına kulak veriyor, denizin üzerinde yanan ampülleri seyrediyoruz. Erken yatıyor, erken kalkıyoruz. Herhalde kendi memleketimizde de, hayatın ritmini gün ışığının belirlediği zamanlar hayat böyleydi.